'Gözüm yaşarıyor, yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle' diye söylüyordu Ahmet Kaya, Yusuf Hayaloğlu'nun dizelerini. Amerikan komünistlerinin Bolşevik Devrimi sırasındaki deneyimini anlatan, bugünden bakınca 110 küsür yıl önceki tarihi gelişmeleri ve heyecanı 40 küsür yıl önce yakalamaya çalışan Reds için, devrim hayalleri kırılmış karakterlerine benzer bir yerden bakan bir film diyebilir miyiz, bilmiyorum. Yönetmen, ortak-senarist ve filmin yıldızı Warren Beatty'nin, Soğuk Savaş'ın en sert dönemlerinde, seçildikten kısa sonra Reagan'ın Beyaz Saray'ında filmin gösterimini yapması elbette filme ironik bir yaklaşımı davet ediyor. Ama Reds baştan sona anormal bir film: Spielberg'in Jaws 'ı ve Lucas'ın Star Wars 'ı sonrası Yeni Hollywood sinemasının resmen öldüğü bir dönemde, Beatty'nin yaratıcı vizyonuna Paramount'un 30 küsür milyon yatırım yaptığı ve bir aşk hikayesinin ekseninde de olsa farklı bir dünya hayalini kurma cesaretinde ...
Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları...