Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları
'Şimdi biliyorum nasıl bir oyun yazmak istediğimi' diye yineliyor keşif heyecanını Cotard. Tiyatro yönetmeni olarak dünyaya bırakmak istediği izin, yaşamın net bir izdüşümü olmasını diliyor çünkü. Yani günlerle başa çıkmaya çalışırken hissettiği ve anladığı şeyleri bir nevi güzelce paketleyip servis etme arayışında. Ama belirsizliği, her aşamada sabiti yokmuşcasına dönüşüm geçiren ilişkileri nasıl bir keskinlikle aktarabilirsin ki? Yaşamın akışını ciddiyetle taklit etmeye heveslenen bir eser, karakterlerin gündelik hikayelerine odaklanırken Cotard'ın rutinin içerisindeki sörfünü nasıl yakalayabilir -- hele bir de Cotard'ın kendisi bu belirsizliğin kabulüne zıt bir takıntıyla bir şeyleri *çözmeye* çalışıyorsa? Tam da bu sebeple bir noktada beyaz bayrağını çekip, oyunun temel dinamiğini ifade eden bir figürana devrediyor Cotard yaratım sürecini: 'Caden Cotard, atalet ve rutinin tekrarlarında anlamı değişen ifadelerin belirlediği yarım yamalak bir dünyada yaşayan çok