Skip to main content

Posts

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları
Recent posts

Synecdoche, New York

  'Şimdi biliyorum nasıl bir oyun yazmak istediğimi' diye yineliyor keşif heyecanını Cotard. Tiyatro yönetmeni olarak dünyaya bırakmak istediği izin, yaşamın net bir izdüşümü olmasını diliyor çünkü. Yani günlerle başa çıkmaya çalışırken hissettiği ve anladığı şeyleri bir nevi güzelce paketleyip servis etme arayışında. Ama belirsizliği, her aşamada sabiti yokmuşcasına dönüşüm geçiren ilişkileri nasıl bir keskinlikle aktarabilirsin ki? Yaşamın akışını ciddiyetle taklit etmeye heveslenen bir eser, karakterlerin gündelik hikayelerine odaklanırken Cotard'ın rutinin içerisindeki sörfünü nasıl yakalayabilir -- hele bir de Cotard'ın kendisi bu belirsizliğin kabulüne zıt bir takıntıyla bir şeyleri *çözmeye* çalışıyorsa? Tam da bu sebeple bir noktada beyaz bayrağını çekip, oyunun temel dinamiğini ifade eden bir figürana devrediyor Cotard yaratım sürecini: 'Caden Cotard, atalet ve rutinin tekrarlarında anlamı değişen ifadelerin belirlediği yarım yamalak bir dünyada yaşayan çok

The Headless Woman (Başsız Kadın)

Olaylar mı günleri yaratıyor yoksa günler mi olayları? Kısır döngüye dair bir başka sıkıcı, retorik bir soru gibi gözüküyor ilk anda. Ama 'günler'in zamanın akışına dair ifade ettikleri değişiyor kelimenin tekrarında. İlkinde günler somut biçimde tarifi zor gözüken, yaşamın akışına dair şüpheli bir tonu işaret ederken ikincisinde var oluşun bizatihi plastik deneyimini simgeliyor. Yani bir kısır döngü varsa kişinin zihin dünyasına dair aslında; zira öznel rutinin nitelenişi belirliyor bu yelpazede bir taraftan diğerine geliş gidişi. Başsız Kadın ( The Headless Woman), bir yol kazası sonrası suçluluk duygusunun içten içe Veronica'yı nasıl hapsettiğini resmederken bu sorgunun merkezine oturduğu bir gizem yaratıyor.  Nesnel gerçekliğin öznel deneyimlerle olan geçişkenliğini kırılgan bir film dünyası yaratarak yakalayıyor Lucrecia Martel. Görsel rejimin, popüler gizem hikayelerinin görece hızlı kurgusu ile yer yer uzun planlar arasındaki gidip gidişi filmin bu tonu kurmasında ön

The Worst Person in the World (Dünyanın En Kötü İnsanı)

Bir filmin isminin neye ya da hangi karaktere işaret ettiği her zaman pek verimli bir giriş noktası değil o film üzerine konuşurken. Çünkü bir yandan kelime oyunları ve alaya dayalı, günlük yaşam içerisindeki anlık bir mizah anlayışına götürüyor yorumu; diğer yandan --ironik biçimde-- katı ve genelleyici bir çerçeve çizme eğilimini güçlendiriyor.  Dünyanın En Kötü İnsanı, ismiyle,   tam da bu ikilik sebebiyle filmin etrafında döndüğü meseleleri toparlamak için elverişli bir açıklık sunuyor. Günlerin köpüğü içinde kaybolan ama film isminin katı çerçevesiyle beliren şen bir sisi var zira Julie'nin hikayesinin. Yaşamının merkezine oturmaya çalışan fakat hem kendisine hem çevresindekilere dair bilinmeyenler, bilinemeyecekler ve belki de bilinmesi gerekmeyenler sebebiyle zaman içerisinde günlerin çevresinde kalan bir eğriyle sallanıyor Julie film boyu. Kendine eğilebilme becerisinin bazen insanı kendi kısır döngüsüne dönüştürebilmesi gibi biraz. Oysa anlam ilişkilenmeler sayesinde ortay

No Sudden Move

Herhangi bir Soderbergh filminin en ilgi çekici yanı, filmin çok çeşitli açılardan yaklaşmaya her zaman olanak tanıyor olması. Elbette hemen her filmi farklı bir noktasından tutup değişken bir yelpazedeki alanların yardımıyla okuyabiliriz, ama burada dikkat çekmeye çalıştığım şey; tıpkı kendi filmografisi gibi, Soderbergh'in filmleri de çok çeşitli bir arkaplana dayanıyor. Ocean's üçlemesi, Logan Lucky ve Out of Sight ile soygun/suç filmleri etrafında yoğunlaşan bir kariyeri olsa da komedi türündeki başarısı (gerek adı geçen filmlerdeki mizahi yönün baskınlığı gerek The Informer ve Magic Mike  gibi alışılmış komedi filmlerinin dışında, ama günümüz komedi filmlerinden çok daha güçlü mizah anlayışının altyapısını oluşturduğu filmleri düşününce) hep geride bırakılıyor mesela. Ve elbette Sex, Lies, and Videotape 'ten sonra yalnızca kariyerinin ilk dönemlerindeki düşük bütçeli filmleriyle değil, aventür filmlerinde de sürekli yeni şeyler denemesi de bu çeşitliliğe olanak sağlıy

What Happened Was...

İnsanın bir toplam olduğu kabulünde bir değişikliğe götürüyor mu, o toplamdaki etkenlerin hangisinin daha belirgin olduğuna dair ortaya çıkan rastgele merak? Söz gelimi alışkanlıklar mı hatıralar mı daha belirleyici oluyor bir insanın davranışlarında? Bir nevi, şimdiki zaman mı yoksa geçmiş mi diye sormak elbette böyle bir soru ve net bir cevaba erişmek de pek mümkün değil. Fakat, mesela potansiyellerle bezeli hayalleri mi yoksa yılgınlıklarla dolu savunma mekanizması mı bir insana dair daha fazla şey söylüyor bize?  What Happened Was...' da kırılma noktası, diyaloglara gömülü bu soruların su yüzüne çıkmasıyla beliriyor.  İki iş arkadaşının çerçevesi belirsiz biçimde bir araya geldiği bir akşam yemeğinin etrafında dönüyor filmin hikayesi. Tom Noonan'ın kendi oyununu uyarladığı bu tek mekan filmi, iki yalnız insanın günün akışıyla başa çıkarken kullandığı farklı yöntemlerle nasıl bir araya gelip gelemediğine de dair aynı zamanda. Kendisini çeşitli sebeplerle daha fazla gizlemek

I Care A Lot

Hollywood sözleşmeleri ve filmlerin finansmanı üzerine çalışan Edward Jay Epstein, "uluslararası" izleyicilerin maddi açıdan önemi arttıkça Hollywood filmlerinin kötü karakterler için holdinglere döndüğünü söylüyor  The Hollywood Economist' te. Elbette ABD dışı gişe gelirlerinin önemi arttıkça herhangi bir toplumun tepkisinden kaçınma isteğinin (ve bunun kadar değişen politik iklimin de) etkisi yadsınamaz. Fakat Epstein'den daha önce, 2000 yılında, Philip Lopate de dönemin şirketlere eleştirel yaklaşan filmler dalgasına ( cycle ) dikkat çekerek artık iş dünyasının filmlerdeki kötü karakterlere dönüştüğünü, fakat şirket yapılarının labirentlere dönmesiyle beraber bunu görselleştirmenin zorlaştığını yazmıştı  New York Times' da. Yani işin kârlılık kısmı bir kenara, gittikçe uçuruma dönüşen gelir eşitsizliği ve yaşanan yaygın güvencesiz yaşam sebebiyle "gerçekliğin" yansımasını filmlerde görmek kaçınılmaz oluyor. Bu film dalgaları çeşitli krizlere denk gele