Skip to main content

Reds


'Gözüm yaşarıyor, yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle' diye söylüyordu Ahmet Kaya, Yusuf Hayaloğlu'nun dizelerini. Amerikan komünistlerinin Bolşevik Devrimi sırasındaki deneyimini anlatan, bugünden bakınca 110 küsür yıl önceki tarihi gelişmeleri ve heyecanı 40 küsür yıl önce yakalamaya çalışan Reds için, devrim hayalleri kırılmış karakterlerine benzer bir yerden bakan bir film diyebilir miyiz, bilmiyorum. Yönetmen, ortak-senarist ve filmin yıldızı Warren Beatty'nin, Soğuk Savaş'ın en sert dönemlerinde, seçildikten kısa sonra Reagan'ın Beyaz Saray'ında filmin gösterimini yapması elbette filme ironik bir yaklaşımı davet ediyor. Ama Reds baştan sona anormal bir film: Spielberg'in Jaws'ı ve Lucas'ın Star Wars'ı sonrası Yeni Hollywood sinemasının resmen öldüğü bir dönemde, Beatty'nin yaratıcı vizyonuna Paramount'un 30 küsür milyon yatırım yaptığı ve bir aşk hikayesinin ekseninde de olsa farklı bir dünya hayalini kurma cesaretinde Bolşevik Devrimi'ni gözlemleyen ve destekleyen John Reed ve Louise Bryant'ın hikayesini anlatan bir tarihi epik... Belki kültürel üretimin süper kahraman filmleri gibi çocuklara ve hatta bebeklere yönelik ürünler tarafından esir alındığı bir dönemde sık duyulan 'artık böyle filmler yapılmıyor' cümlesini üstüne basa basa söyletiyor Reds, ama farklı bir açıdan: Elbette değişen kültürel kodlar ve sermaye yapısı sonucu kültürel üretimin kendisi de değişiyor. Dolayısıyla dünün film formunu ya da estetiğini bugünden beklemek yerine günün gerektirdiği estetiği incelemek gerekiyor çoğunlukla. Fakat siyaseten düşünüldüğünde, sonu *mutsuz* bitse ve belki bir anlamda teorinin praksiste boğulabildiğini gösterse dahi bugün böyle bir filmi yapmayı hayal etmek pek mümkün değil. Reds'in bir film olarak neredeyse kusursuz işleyişi belki bu açıdan da düşünülebilir: elbette çok iyi bir film diye düşünerek doğrudan filmin var oluşu, niteliği, tarihsel bağlamdaki yeri ve benzeri konulara geçesi geliyor insanın.

 Siyasi film nedir? Ne yapmayı amaçlar? Ne yapar ya da yapabilir? Bu soruların kesin bir cevabı olmadığı gibi bağlama göre cevapları da değişiyor. (Mesela yaşadıkları memlekete dair konuştukları programın adında bile memleketin halini nitelemek için Çavuşesku'ya atıf yapmadan edemeyen birtakım lümpen akademisyenin entelektüel çevrelerde değer gördüğü bir gerçekliğin dilinde yazıyor ve düşünüyorum burada). En basit cevabı, film dil bilgisini kullanırken sinema formunun kendisine dair olduğu kadar izleyicinin gündelik yaşamına dair soruları ortaya çıkarabilen, mevcut sistemin çıkmazlarını ya da problemlerini konu edinebilen ve bunu yaparken de izleyicisinin potansiyel siyasi öfkesini sönümlendirmeyen ve hatta doğru yerlere kanalize eden, öfkeyi hüzne çevirmeyen eser denilebilir belki de. Ama bugün gelinen noktada herhangi bir siyasi meseleyi ele alırken bile devrin devamını esas alan, sinizmi aklı başındalık olarak satan filmler görüyoruz. Yani geçmişe yönelik özlem içeren ya da kaybedilenlere hüznü önceleyen işleri bir kenara bıraktım, herhangi bir samimi umudu konu edinen işi görmek zor. Yaşanılan koşullar veya daha doğrusu koşulların niteliğinden öte nicel baskısı düşünülürse (birçok nesil tarihin baş aktörü olma sanrısında bulunuyor, oysa zaman içerisinde değişen çoğunlukla olaylar ve durumların niteliği değil bunların bilinme hızındaki gelişme; yani gerçekliğin niteliği değil iletişiminin niceliği değişiyor), sinizme hapsolmuş, görece umutsuz takıntılar anlaşılabilir. Ama problem sanırım, bir şeyin gerçekleşmesi için ortam olmamasına dair dahi anaakımda bir film olmaması, yani siyaseten veya kültürel açılardan 'merkez' denilen şeyin çoktan katı kodlarla isyan ihtimaline bile değil, o ihtimalin fikrinin tartışılmasına kapalı olması.  

Bu sebeplerle Reds'in bir aşk hikayesi arkasında tarihsel dönüm noktalarına bakışı ve çiftin hikayesinin sonlanış biçimiyle beraber sanki onların siyasi yolculuklarına dair olumsuz bir yorumda bulunuyor gibi görünmesi esasen imrenilesi bir gerçeklik sunuyor. Çünkü film 'tanık' röportajları etrafında kurgulanırken, formun, metnin algılanışına nasıl etki ettiğini de görüyoruz: 'tanık'ların keskin siyasi anlatılarına ters biçimde yaşam dolu insanlar izliyor olmamız bir kenara, Louise Bryant kendisi kadar çevresindeki dünya için günlerin içerisinde olağanca sadelikle savrulurken hemen onun sahneleri üzerine yorum yaparcasına giren 'tanık'lar Bryant'ın 'abartılı ve aşırı' giyiminden bahsediyor. Bununla beraber, filmde yer alan ve devrim fikrine sempatik bakmak bir yana bu fikri rasyonel düzleme koyan herhangi bir insanı en hafif tabiriyle 'saf' diye nitelendirecek insanların bile böyle bir filmde yer alması gerçekliğiyle düşününce, Reds, siyasi bir mücadelenin akıntıya yön verebilme yetisiyle kazanıldığını net biçimde vurguluyor. Basit bir gerçek gibi gözükse de bu gerçekliğin daha az görünen tarafı şu ki bugün mevcut gerçekliğin değişmesine dair siyaseten samimi insanları kinayeli sorularla hedefleyen sinizm, herhangi bir değişim yaşanırken de o değişime dair yöneltilen eleştirilere karşı olacak. Yani belki de öncelikle yapılması gereken şey o sinizmi aşmaya çalışmak değil, *yaşamı* savunmak. Zira Beatty'nin aktardığı kadarıyla, yaklaşık iki yıl sonra Sovyet Rusya'yı 'Şeytani İmparatorluk' diye niteleyecek olan Reagan'ın böyle bir filme verdiği tepki, filmin *mutsuz* sonundan duyduğu rahatsızlık olmuş... Ahmet Kaya'yla başlamışken yine onun söylediği Nihat Behram dizelerini analım: 'Yorgunum / Çünkü yorgunluğumun / Yaşamak gibi bir anlamı var' 

Comments

Popular posts from this blog

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb

The Headless Woman (Başsız Kadın)

Olaylar mı günleri yaratıyor yoksa günler mi olayları? Kısır döngüye dair bir başka sıkıcı, retorik bir soru gibi gözüküyor ilk anda. Ama 'günler'in zamanın akışına dair ifade ettikleri değişiyor kelimenin tekrarında. İlkinde günler somut biçimde tarifi zor gözüken, yaşamın akışına dair şüpheli bir tonu işaret ederken ikincisinde var oluşun bizatihi plastik deneyimini simgeliyor. Yani bir kısır döngü varsa kişinin zihin dünyasına dair aslında; zira öznel rutinin nitelenişi belirliyor bu yelpazede bir taraftan diğerine geliş gidişi. Başsız Kadın ( The Headless Woman), bir yol kazası sonrası suçluluk duygusunun içten içe Veronica'yı nasıl hapsettiğini resmederken bu sorgunun merkezine oturduğu bir gizem yaratıyor.  Nesnel gerçekliğin öznel deneyimlerle olan geçişkenliğini kırılgan bir film dünyası yaratarak yakalayıyor Lucrecia Martel. Görsel rejimin, popüler gizem hikayelerinin görece hızlı kurgusu ile yer yer uzun planlar arasındaki gidip gidişi filmin bu tonu kurmasında ön