Skip to main content

I'm Thinking of Ending Things (Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum)

İnsan nasıl yaşlanıyor? Beden diriliğini yitirdikçe zihne, fikirlere, düşlere, refleks haline gelen davranışlara neler oluyor? İnsanın zamanda hareket eden bir çizgi değil, yerinde duran bir nokta olduğunu söylüyor Lucy. Peki zaman bizi çevreliyorsa, varlığımız en başından beri mi demode oluyor? Ya da daha insan merkezli bir açıdan bakınca, Beşir Fuad’ın sözüyle, “hakikat şahsa, hata zamana (mı) ait”?


Cevaplama niyeti olmadan sorulduğu müddetçe her soru düzyazıyı sanki biraz daha düşünceli kılıyormuş gibi tembel bir anlayışla dizmiyorum ardı arkasına bu soruları. Kendi gerçekliğine eğilmekle dış gerçekliği anlamlandırabilme arasında ikircikli bir denklem var ve bu sorular biraz da oradan kaynaklanıyor. Yani kendini anlamak için dışarıya bakmak, dışarıyı anlamak için kendine bakmak gerekiyor sanki. Ve bunlar arasında hassas bir denge söz konusu, bir taraftan diğerinde kendini kaybetmemek için.
I’m Thinking of Ending Things, düşler, düşünceler, gerçekliği muamma olgular ve kendi içerisinde kaybolmak üzere karakter(ler)le ilgileniyor bu dengeyi umursamaz gözükerek.

Tenden ileri gelen hiçbir tansiyon tenle ilgilenmiyor ve her şey zihnin bir an dahi kesilmeyen potporisinin kuru besinlerine dönüyor Lucy’nin ekran dışı ve içindeki sesinde. Çünkü bir ataletin filmi aynı zamanda I’m Thinking of Ending Things. Bir şeyler sona ermedikçe bir şeyleri sona erdirmeyi tasarlamak da sona ermiyor. Tıpkı yolun ortasında Jake’in ısrarcı oluşuyla dinlediğimiz şiirde Lucy’nin tabir ettiği gibi; bazen, “eş şeklinde yalnızlığına” dönüyor insan evine adım attığında. Kendisine o kadar odaklanıyor ki, yanında kimsenin olmayışı artık partnerin kendisine dönüşüyor. Elbette sırf bunun üzerine yüzlerce film, hikaye var ve hatta bazıları (Türkiye’de geçmişte tanık olduğumuz gibi) bir dönemi esir alıyor ve o dönemin pazarlama anlayışına egemen olacak kadar fazla ses getiriyor ama Kaufman’ın burada yaptığıyla onlar arasında kritik bir fark var: devinimi zihnin içinde keşfetme arayışı dışarıya kesilen bir poz olmuyor. Söz gelimi, utanma ve tuhaflık halleri kaçınılması gereken veya kaçınılabilen deneyimlere dönüşmüyor, uyumsuzluksa satılan bir olgu halini almıyor. Aksine, eylemsizlik devam ettikçe zihnin sonlara dair tasarımları devam ediyor ama insan devir daim eden bir sosyal ağda buluyor kendisini. Böyle anlarda eşzamanlılık tamamen kayboluyor ve yalnızlık artık kaçınılmaz bir hal olmaktan çok peşinde koşulan bir gerçekliğe dönüşüyor.

Filmler anılarla yer değiştirirken insanın öz potansiyeli de hayallerle şekilleniyor. Var olmayanın hükmü seküler yaşamı da şekillendiriyor yani bir biçimde, çünkü hep bağlansın isteniyor bir noktada her şey. Zihnin mola vermeyen potporisi bir yerde gürültü olmaktan çıksın ve bandoya dönüşsün, kutlama havası yaratsın diye bekleniyor ama ya anlam kutlanacak bir şey değilse? Ya bu sebeple eyleme geçemeden yerimizde sayan noktalarsak ve zamanın etrafımızda ördüğü yaşamı kutsayarak, ondan bize potansiyeller kılığında düşler yansıtmasını bekliyorsak? Belki de bu yüzden kurduğumuz düşler bizim hakikatimiz, gerçekleşmeyen potansiyeller ise zamanın hatasına dönüşüyor insan merkezli bir bakış açısında. Şekillendiğimiz zaman ve mekanlar bazen bir müzikal gibi dönüyor bize, bazen ortaya karışık sekanslarla var olmuş bir aile albümü.

Fakat kim bu “biz”? Elbette bir diğer basit soru bu. Zira sıklıkla kendi içinde kaybolma halinden bahsederken istisnasız bir genellemeyle çoğula vuruluyor cümlelerde varılan sonuçlar. Ama çevresi içerisinde veya arka plandaki duvar kağıdıyla kaybolduğu kadar onlarla bütünleşen bir karakter değil mi üzerine konuşulan? Yani aklını kendisiyle yitirdikçe tene dönemeyen, bedeni bıraktıkça arzusunu yitiren ve bir şeyleri sona erdiremedikçe etrafta olan bitenin kabuğu soyulmuş çekirdeği haline dönüşen karakterler söz konusu olan. Çünkü yitip giden yaşam yalnızca yaşlanmayla gerçekleşen bir şey değil, zira sabit noktalarsak Lucy’nin önerdiği gibi, yaşamın bizatihi kendisi yitik bir şey. Atalet bu yüzden her şeyi yörüngesine alan bir vakum ve zihin bu yüzden durmaksızın sonlar tasarlıyor. 

Tam da bu sebeple I’m Thinking of Ending Things hakkında sıklıkla söylenecek şeylerden biri “herkese göre” olmadığı. Herkes kendi hikayesinin kahramanı gibi hareket ederken silüetlerinin bu minvalde çizdiği duvar kağıdı karmaşık ve anlamsız ama bunu dile getirmek de bir o kadar önemsiz. Kaufman ne sunuyor peki? Gerek senarist, gerek yönetmen olarak bugüne kadar sunduğundan çok farklı bir şey değil: ne görüyorsan o kadar hüzün var, ne görmüyorsan o kadar öfke veya heyecan. Melankolinin günün temel devinimi olduğu, anlamın yenilecek bir öğün değil; karın tokluğu olduğu bir hikaye anlatıyor Kaufman. Ve ne nesir ne nazım denilecek bir tarzı var; mensurla anlatıyor derdini. Bu sebeple, iyi paketlenmiş boş bir kutu gibi geliyor kimi zaman anlatıları. Tekilden yola çıkıp çoğula dair iddialarda bulunması, karakterlerin iç yolculuğuna dair imalarla (ama neredeyse hiç tamamen açık etmeyerek) onları olayların ve durumların içerisinde konumlandırması yorucu ve nihayetinde o ruh dünyasını paylaşmayan insana fazla bir şey söyleyemeyen çiğ bir tavır gibi gözüküyor. Fakat anlamlandırmaya-çalışmaya dair sürecin kendisinde netlik aramak, tekilden çoğula yorulan fikirlerden daha toptancı ve kendinden habersiz değil mi? Boşluğu kabul edememek veya kabul edip hala üzerinde kafa yormaya devam etmek bir nevi kendini kafesleme hali. Bu sebeple de kendisinde kaybolan ve çevreyle bağlantısı sallantıda olan bir profil çıkartıyor ortaya. Ama boşluğu görmüyor veya kabulün iki tarafından birisine düşüp bunu önemsemiyor olmaktan daha değersiz olduğunu söylemek fazla iddialı ve asıl çiğ tavır gibi geliyor bana - çünkü sonuçta hepsi saçma ve varoluşa dair alınan farklı tavırlar. İşte Kaufman'ın yukarıda bahsettiğim diğer örneklerden farklı yaptığı şey burada beliriyor: debelenme halini çekici bir şeymiş gibi sunmuyor, aksine; o halin düşünce ve hayal dünyasına girip aynı anda ne kadar sıradan ve çetrefilli; dolayısıyla yanıltıcı ve bunaltıcı olabildiğine odaklanıyor. Lucy'nin Jake'i aramak için okul binasına girdiği ve her şeyin iyice belirsizleştiği o anlarda konuştuğu okul görevlisine bir anda sarılması yalnızca filmin en çarpıcı anlarından biri değil, filmi de iyi özetleyen bir temsil: final sahnesiyle beraber filmin sunduğu acı tatlı sıcaklığa, ne kadar sıkışmış hissederse o kadar sarılası geliyor insanın. 

Comments

Popular posts from this blog

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb

I Care A Lot

Hollywood sözleşmeleri ve filmlerin finansmanı üzerine çalışan Edward Jay Epstein, "uluslararası" izleyicilerin maddi açıdan önemi arttıkça Hollywood filmlerinin kötü karakterler için holdinglere döndüğünü söylüyor  The Hollywood Economist' te. Elbette ABD dışı gişe gelirlerinin önemi arttıkça herhangi bir toplumun tepkisinden kaçınma isteğinin (ve bunun kadar değişen politik iklimin de) etkisi yadsınamaz. Fakat Epstein'den daha önce, 2000 yılında, Philip Lopate de dönemin şirketlere eleştirel yaklaşan filmler dalgasına ( cycle ) dikkat çekerek artık iş dünyasının filmlerdeki kötü karakterlere dönüştüğünü, fakat şirket yapılarının labirentlere dönmesiyle beraber bunu görselleştirmenin zorlaştığını yazmıştı  New York Times' da. Yani işin kârlılık kısmı bir kenara, gittikçe uçuruma dönüşen gelir eşitsizliği ve yaşanan yaygın güvencesiz yaşam sebebiyle "gerçekliğin" yansımasını filmlerde görmek kaçınılmaz oluyor. Bu film dalgaları çeşitli krizlere denk gele