Skip to main content

The Headless Woman (Başsız Kadın)

Olaylar mı günleri yaratıyor yoksa günler mi olayları? Kısır döngüye dair bir başka sıkıcı, retorik bir soru gibi gözüküyor ilk anda. Ama 'günler'in zamanın akışına dair ifade ettikleri değişiyor kelimenin tekrarında. İlkinde günler somut biçimde tarifi zor gözüken, yaşamın akışına dair şüpheli bir tonu işaret ederken ikincisinde var oluşun bizatihi plastik deneyimini simgeliyor. Yani bir kısır döngü varsa kişinin zihin dünyasına dair aslında; zira öznel rutinin nitelenişi belirliyor bu yelpazede bir taraftan diğerine geliş gidişi. Başsız Kadın (The Headless Woman), bir yol kazası sonrası suçluluk duygusunun içten içe Veronica'yı nasıl hapsettiğini resmederken bu sorgunun merkezine oturduğu bir gizem yaratıyor. 

Nesnel gerçekliğin öznel deneyimlerle olan geçişkenliğini kırılgan bir film dünyası yaratarak yakalayıyor Lucrecia Martel. Görsel rejimin, popüler gizem hikayelerinin görece hızlı kurgusu ile yer yer uzun planlar arasındaki gidip gidişi filmin bu tonu kurmasında önemli bir rol oynuyor. Filmin açılış sekansında standart gerilim filmi motiflerini andıran, karakterleri görece kısıtlayan ve tanrının-gözü-olarak-anlatıcı misali açıların birbiri ardına kesildiği hızlı kareler sonrası bir anda uzun bir planda arabada yalnız kalıyoruz Veronica'yla. Pop müziğin filmin devamında edindiği gerçekliği bölme işlevi tam da o yalnız kaldığımız sekansta başlıyor. Arka planda çalan Middle of the Road'un Soley Soley şarkısının hareketli melodisiyle özlem içerikli sözlerininin kontrastına denk bir anilikle kesiliyor bir anda müzik; Veronica bir köpeğe arabasıyla çarptığını idrak ettiği anda. Film boyu pop müzik veya insanların pek bir anlam ifade etmiyormuş gibi gözüken diyaloglarıyla kurulan bu kakofoni eşlik ediyor Veronica'nın kendi zihninde çırpındığı süreçlere. Özlem hissini paketleyip satan popüler müziğin vermediği arzuyu-tatmin-etme hissini bir arayış olarak izleyenin önüne koyuyor yani Martel. Veronica kendi gerçekliğini sorgular hale geldikçe aslında günlerinin birbiri ardına dizilişine odaklanıyor ve kendi hikayelerinin çevresindeki olgulara denk gelmesine dair endişesini yaşıyor. 'Ne olmuştu' ve 'nasıl olmuştu' gibi sorular bir noktada ifade edemediği hislerin dışavurumuna dönüşüyor.

Yalnızca bir köpeği öldürmüş olmanın suçluluğu gittikçe büyümüyor Veronica için; yaşama, kendisine dair bir suçluluk esasen benliğini esir alıyor. Veronica'nın annesinin ihtiyarlıkla gidip gelen aklının Veronica üzerindeki etkisiyle, kendi kızıyla birbirini takip etmeyen diyaloglarına yansıyan hissi-mütemadilik olaylardan çok onların tetiklediği dinamikleri gün yüzüne taşımada belirleyici rol oynuyor. Filmin finaline eşlik eden Demis Roussos'un Mama Blue'su biraz da bu sebeple o kuru gürültü gibi gözüken, indirgemeci genellemeler ve görece atlatılabilir gözüken kazaların ortaya çıkardığı daha kapsamlı psikolojik dinamikleri getiriyor filmin dünyasına. Bir nevi klasik kurmaca film gramerini form olarak biraz esnetişiyle, olay örgüsü nezdinde değil ama duygulanımlar nezdinde Veronica'nın iç dünyasını yakalıyor Başsız Kadın. Bu sayede anlatıya gizemi katan öge olayların kendisinden ziyade zihinde yaratılan hikayelerin günleri esir alışı oluyor. Bu anlamda kamera kullanımıyla kurgu rejimi arasındaki gerilim, filmin de Veronica'ya tıpkı onun tedirginliğini andıran bir şüpheyle yaklaşmasını sağlıyor. Yani yukarıda olaylar ve günlerin etkileşimine dair soruyu önümüze atarken cevabın da nasıl tek olmadığını gösteriyor film. Bu açıdan popüler gizem anlatılarının afili gözüken paketlemelerini çerçeve olarak alırken, onların indirgemeciliğine karşı, ana karakterinin ruhsal sürecini andıran aşırı şüpheci bir konuşmayan-iç-ses odağıyla hareket ediyor Başsız Kadın. Yani yalnızca hikayesiyle değil, formla oynayışıyla da o cevap vermediği soruyu izleyiciye yöneltiyor: Olaylar mı günleri yaratıyor yoksa günler mi olayları? Zaman mefhumunu algılayışımız, yaşamla kurduğumuz ilişkinin bu kadar temelindeyken özne olarak kendimizi geçmişte mi şimdide mi yoksa gelecekte mi konumlandırdığımız da bu cevabın belirleyicisi oluyor gibi. 

Comments

Popular posts from this blog

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb

I Care A Lot

Hollywood sözleşmeleri ve filmlerin finansmanı üzerine çalışan Edward Jay Epstein, "uluslararası" izleyicilerin maddi açıdan önemi arttıkça Hollywood filmlerinin kötü karakterler için holdinglere döndüğünü söylüyor  The Hollywood Economist' te. Elbette ABD dışı gişe gelirlerinin önemi arttıkça herhangi bir toplumun tepkisinden kaçınma isteğinin (ve bunun kadar değişen politik iklimin de) etkisi yadsınamaz. Fakat Epstein'den daha önce, 2000 yılında, Philip Lopate de dönemin şirketlere eleştirel yaklaşan filmler dalgasına ( cycle ) dikkat çekerek artık iş dünyasının filmlerdeki kötü karakterlere dönüştüğünü, fakat şirket yapılarının labirentlere dönmesiyle beraber bunu görselleştirmenin zorlaştığını yazmıştı  New York Times' da. Yani işin kârlılık kısmı bir kenara, gittikçe uçuruma dönüşen gelir eşitsizliği ve yaşanan yaygın güvencesiz yaşam sebebiyle "gerçekliğin" yansımasını filmlerde görmek kaçınılmaz oluyor. Bu film dalgaları çeşitli krizlere denk gele