Skip to main content

Synecdoche, New York

 'Şimdi biliyorum nasıl bir oyun yazmak istediğimi' diye yineliyor keşif heyecanını Cotard. Tiyatro yönetmeni olarak dünyaya bırakmak istediği izin, yaşamın net bir izdüşümü olmasını diliyor çünkü. Yani günlerle başa çıkmaya çalışırken hissettiği ve anladığı şeyleri bir nevi güzelce paketleyip servis etme arayışında. Ama belirsizliği, her aşamada sabiti yokmuşcasına dönüşüm geçiren ilişkileri nasıl bir keskinlikle aktarabilirsin ki? Yaşamın akışını ciddiyetle taklit etmeye heveslenen bir eser, karakterlerin gündelik hikayelerine odaklanırken Cotard'ın rutinin içerisindeki sörfünü nasıl yakalayabilir -- hele bir de Cotard'ın kendisi bu belirsizliğin kabulüne zıt bir takıntıyla bir şeyleri *çözmeye* çalışıyorsa? Tam da bu sebeple bir noktada beyaz bayrağını çekip, oyunun temel dinamiğini ifade eden bir figürana devrediyor Cotard yaratım sürecini: 'Caden Cotard, atalet ve rutinin tekrarlarında anlamı değişen ifadelerin belirlediği yarım yamalak bir dünyada yaşayan çoktan ölmüş bir adam.'

Synecdoche, New York, Charlie Kaufman filmlerinin alametifarikası olan kendi üzerine eğilme özelliğinin doruk noktası. Metin, bir sunum olduğu kadar yaratıcı için bir keşif sürecine dönüşüyor ve bu iki farklı eğilim film boyu belli belirsiz dans figürleriyle izleyici önünde salınıyor. Bu sebeple film bazı manevraları alırken zaman kavramını izleyicisi için iyice allak bullak etmek istiyor zira ana karakter Cotard'ın zihnine, o yaşamından bir anlam çıkarmaya çalışırken konuk oluyoruz uzunca bir süre. Ta ki figüran Millicent Weems ipleri eline alıp başkasının yaşamına bakmanın görece kolaylığını gösterene kadar. Cotard, yalnız kaldıkça, kendisini bulduğunu hissettiği ilişkileri dönüşüm geçirip ortak yaratılan anlamları tedavülden kaldırdıkça zorlanıyor ve yaratısına dönmeye çalışıyor. Oysa oyunun yaratımındaki hiyerarşik ilişkiye rağmen orada da farklı ilişkilenmelerle ortak bir yaratının peşinde olduğunu fark etmiyor. Yine Weems'in ipleri eline aldıktan sonra oyuncusuna dönüşen Cotard'a verdiği bir not, kişi ile sosyal ilişkilenmeleri arasındaki geçişken süreci en isabetli biçimde anlatıyor: '...geçiciliğini kabullendikçe, karakteristik özelliklerini bir bir kaybettikçe, seni kimsenin izlemiyor olduğunu ve kimsenin de izlememiş olduğunu anlamaya başladıkça; sadece yol almak hakkında düşünmeye başlıyorsun - bir yerden gelmeyi ya da bir yere varmayı değil. Sadece yol almayı ve zamanı geçirmeyi.'

Bir anlamda ayan beyan ortada olanı ifade etmeye dönüyor bu kadar çetrefilli bir düşünme örgüsüyle günler üzerine eğilmek yani. Bu sebeple, filmin olay örgüsü içerisinde kronolojinin ve nedenselliğin zaman zaman anlaşılması güç hale gelmesi de belli bir süre boyunca Cotard'ın zihnine konuk olmamız değil yalnızca. Zaman mefhumunun bizi sarıp sarmalayan, anlamak için mekanizmalar kurup sınıflandırdığımız ama hissiyatımız ve akli melekelerimizle oynayan bir tarafı var çünkü. Biraz da bu sebeple 'zamana bırakmak' gibi bir ifadeyle adeta zihnimizin kavrayamayacağı bir atmosfere arzularımızı, beklentilerimizi veya düpedüz çözümsüzlüklerimizi bırakma eğiliminde oluyoruz sanki. Synecdoche, New York ana karakteri Cotard'ın psikolojik süreçlerine izleyiciyi davet ettiği kadar, o süreçlerin ortaya çıkışında etkili olan Cotard'ın benliği dışındaki ağları da ele alıyor. Yani Cotard'ın perspektifinden dünyayı gördüğümüz kadar, onun anlam arayışının kerterize dönüşüp kendi yaşamımıza yansıdığı bir film Kaufman'ın peşinde koştuğu. Zira tam da bu noktada 'herhangi bir sanatsal uğraşın günün debdebesi içerisinde yeri ne' sorusuna bir cevap buluyor: günün döngüselliğini kendi içerisinde bir dinamiğe çevirip yaşamın illüzyonuna sıkıştırmak. 

Synecdoche, New York'un zamanla derdi bu sebeplerle çarpıcı. Mekan büyük oranda deneyimlediğimizin farkında olduğumuz bir bileşen yaşamlarımızda. Doğrudan müdahale edebildiğimiz, üzerindeki etkimizi görebildiğimiz bir şey. Zamansa hep soyut kalan, sanki o peşinden koşulan *anlam*ın kaçtığı bir boyut. Belki de bu sebeple yaratım sürecinin bir biçimde yansımasına dönüşen eserler farklı bir iz barındırıyor içlerinde ve bu sebeple Kaufman yaratım sürecinin karmaşasını senaryo ve filmlerinde sürekli kapsama derdinde oluyor. Zira anlamaya çalıştıkça bir döngünün içerisinde kalıyor hep karakterleri, ve tepkileri refleksif reaksiyonlara dönüştükçe kavrayamadıkları bir boyutlarıyla kavga edercesine debeleniyorlar Kaufman'ın hikayelerinde. Yani belirsizlikleriyle var olmuş insan ilişkilerinin, kol mesafesinde sıkışmış ve özfarkındalık eksikliğiyle pinpona dönmüş sorun yumaklarının tekil bir karakter üzerinden yansımasını hep yakalıyor Kaufman. 

Comments

Popular posts from this blog

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb

I Care A Lot

Hollywood sözleşmeleri ve filmlerin finansmanı üzerine çalışan Edward Jay Epstein, "uluslararası" izleyicilerin maddi açıdan önemi arttıkça Hollywood filmlerinin kötü karakterler için holdinglere döndüğünü söylüyor  The Hollywood Economist' te. Elbette ABD dışı gişe gelirlerinin önemi arttıkça herhangi bir toplumun tepkisinden kaçınma isteğinin (ve bunun kadar değişen politik iklimin de) etkisi yadsınamaz. Fakat Epstein'den daha önce, 2000 yılında, Philip Lopate de dönemin şirketlere eleştirel yaklaşan filmler dalgasına ( cycle ) dikkat çekerek artık iş dünyasının filmlerdeki kötü karakterlere dönüştüğünü, fakat şirket yapılarının labirentlere dönmesiyle beraber bunu görselleştirmenin zorlaştığını yazmıştı  New York Times' da. Yani işin kârlılık kısmı bir kenara, gittikçe uçuruma dönüşen gelir eşitsizliği ve yaşanan yaygın güvencesiz yaşam sebebiyle "gerçekliğin" yansımasını filmlerde görmek kaçınılmaz oluyor. Bu film dalgaları çeşitli krizlere denk gele