Skip to main content

No Sudden Move


Herhangi bir Soderbergh filminin en ilgi çekici yanı, filmin çok çeşitli açılardan yaklaşmaya her zaman olanak tanıyor olması. Elbette hemen her filmi farklı bir noktasından tutup değişken bir yelpazedeki alanların yardımıyla okuyabiliriz, ama burada dikkat çekmeye çalıştığım şey; tıpkı kendi filmografisi gibi, Soderbergh'in filmleri de çok çeşitli bir arkaplana dayanıyor. Ocean's üçlemesi, Logan Lucky ve Out of Sight ile soygun/suç filmleri etrafında yoğunlaşan bir kariyeri olsa da komedi türündeki başarısı (gerek adı geçen filmlerdeki mizahi yönün baskınlığı gerek The Informer ve Magic Mike gibi alışılmış komedi filmlerinin dışında, ama günümüz komedi filmlerinden çok daha güçlü mizah anlayışının altyapısını oluşturduğu filmleri düşününce) hep geride bırakılıyor mesela. Ve elbette Sex, Lies, and Videotape'ten sonra yalnızca kariyerinin ilk dönemlerindeki düşük bütçeli filmleriyle değil, aventür filmlerinde de sürekli yeni şeyler denemesi de bu çeşitliliğe olanak sağlıyor. 

En basitinden iPhone ile çektiği Unsane ve High Flying Bird sonrası yine RED kameraya dönmesine rağmen bu filmde de yakaladığı alışılmadık açılarla anlatıyı derinleştirmesi veya kullandığı oldukça geniş lenslerle pan yaparken oluşturduğu odak değişimleri basit bir teknik numaranın ötesine geçiyor. Mesela felsefe profesörü Jason Read, filme dair blogunda yazdığı yazıda soygun filmlerinin çalışma meselesine bakışını ele alırken filmin Marx'ın M-C-M' formülünü uygulayışına dikkat çekiyor. -(spoiler) Yani filmin sonunda, the Consolidated Car Association'a dönen para, kendi çıkarları için işbirliği yaparak peşine düştükleri döküman (hem araçların çevreye olan zararlarını hasıraltı etmek hem de toplu taşımanın önüne taş koymak gibi bir uçtan diğerine uzanan ama nihayetinde benzer yerlere varan sebeplerle) için ödediklerinden daha fazla oluyor. Yani Read'in de belirttiği gibi Goynes ve Russo'nun döküman etrafındaki diğer bileşenler arasında kendilerini kurtarmak için giriştikleri oyunların sonucunda, patronlar paralarına para katıyor.(spoiler)-. Peki bunun lenslerle ne alakası var? 

No Sudden Move'un esas "kötü karakterini" uzunca bir süre anlatı içerisinde gizlemesi, Soderbergh'in sıklıkla çalıştığı büyük bir ismin bir anda beklenmedik biçimde ekrana çıkışıyla etkisini katlıyor zira o karaktere ama daha çok temsil ettiklerine bir vurgu niteliği taşıyor bu. Üstelik film boyunca en az karakterler kadar kadar izleyicinin de karanlıkta kalması ve ne olduğunu anlamaya çalışışı, bu gizleme halini daha da değerli kılıyor. Kendi patronunu onun serveti için, "işimi çok seviyorum" diyerek yumruklayan birisinin en *sıradan* gözüken karakter olduğu bir filmde kamera sağdan sola dönerken odağın merkezde kalması ve etrafın şeklini şemalini kaybetmesi bu açıdan çok değerli bir yorum olarak dönüyor filme. Yani o lenslerle kapitalist düzende yaşamaya dair bir açı sunarken, suç türünde bir filmin siyasi arkaplansız görülemeyeceğini vurgulamış oluyor bir nevi No Sudden Move. Otoyolların mahallerini yıktığı siyah amerikalıların mülksüzleştirilme süreçlerine dair ufak verilerden tüm bu olup bitenden alakasızmış biçimde kendi çıkarları peşinde koştuklarını düşünen ana karakterlere, tıpkı başladığı gibi Goynes'u sokakta yürürken takip eden kameranın yine onu çok benzer bir sahnede takip etmesiyle biten No Sudden Move, soygunun içinde yer aldığı kapitalist mantığa dikkat çekerek sadece çalışmaya değil, onun belirlediği yaşamlarımıza dair de aklı selim şeyler söylüyor: Goynes'un açılış ve kapanış sekanslarındaki döngüselliğindeki en önemli farkın, film biterken hala nefes alabildiği için muhtemelen şükredişi olduğu gibi.

Comments

Popular posts from this blog

The Headless Woman (Başsız Kadın)

Olaylar mı günleri yaratıyor yoksa günler mi olayları? Kısır döngüye dair bir başka sıkıcı, retorik bir soru gibi gözüküyor ilk anda. Ama 'günler'in zamanın akışına dair ifade ettikleri değişiyor kelimenin tekrarında. İlkinde günler somut biçimde tarifi zor gözüken, yaşamın akışına dair şüpheli bir tonu işaret ederken ikincisinde var oluşun bizatihi plastik deneyimini simgeliyor. Yani bir kısır döngü varsa kişinin zihin dünyasına dair aslında; zira öznel rutinin nitelenişi belirliyor bu yelpazede bir taraftan diğerine geliş gidişi. Başsız Kadın ( The Headless Woman), bir yol kazası sonrası suçluluk duygusunun içten içe Veronica'yı nasıl hapsettiğini resmederken bu sorgunun merkezine oturduğu bir gizem yaratıyor.  Nesnel gerçekliğin öznel deneyimlerle olan geçişkenliğini kırılgan bir film dünyası yaratarak yakalayıyor Lucrecia Martel. Görsel rejimin, popüler gizem hikayelerinin görece hızlı kurgusu ile yer yer uzun planlar arasındaki gidip gidişi filmin bu tonu kurmasında ön...

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb...

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları...