Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebebiyle değil, o filme nereden ve nasıl gelindiğiyle de ilintili bir şey çünkü bu. Tıpkı Anna'nın Manet'nin tablosuna geliş biçimi gibi, hikayeye işaret eden bir izleği var bu sürecin. Bu anlamda, resmettiği şey kadar, dolaylı biçimde temsil ettiği bir arka planı var her tekil algılanışında. Nihai ve esas denilebilecek bir kararda, Anna'nın her şeye rağmen devam etmek istemesinde etkisi de bu sayede gerçekleşiyor tablonun, çünkü yitirilen veya yitirildiği hissedilen her olgu ve hayalden geriye kalan bir nesne aynı zamanda - kendi sınırları dahilinde bir eser olduğu kadar.
Le Suicidé'ın bu nesne ve eser hallerinin birbirlerine bağlanışları Frantz'ı özel kılmayı başarıyor. Tıpkı film müziklerinin sakince filme nüfuz edişinde olduğu gibi: bazen gizemli bir suç hikayesinin dolambaçlarının bazen de geçmişte kalmış görkemde bir melodramanın eşlikçisiymişçesine tanıdık gelen ezgiler Frantz'da yeni bir anlam kazanıyor. Elin tersiyle kenara itilebilecek kadar bildik kalan olaylar ve kendilerine eğilmeyi başarmanın ötesinde hayli sığ, işlenmemiş kalan karakterler üzerinden, yani yapaylığını her dönemeçte bağırarak duyurmaya çalışan biçimde işliyor Frantz. Her rüyavâri sahnede karakterlere yansıyan renkleri anımsatırcasına, Anna'nın keskin siyah montuyla kentin içinden mezarlığa, bir anıya ziyarete gidişi gibi yavaşça eşlikçi olmaya geliyor Frantz da. Yani Frantz'ın, karakter olarak, Anna, Adrien ve diğer tanıdıkları için habersizce gördüğü görevi, Frantz, film olarak, izleyicisi için görüyor: yaşamı yitirilenler üzerinden, ve güne denk düşmeyecek tasarılarla anlamlandırma haline dönüşüyor.
Başka varlıklarla etkileşim sayesinde bu eser ve nesnelerden bahsedebiliyor olmak, onların bir vakum içerisinde ortaya çıkmadıklarını, anlam kazanmak için geçmişe ve etkileşimlere ihtiyacı olduğunu gösteriyor elbette. Yani Manet'nin o tabloyu yaratışı da, onun müzede yer alışı da, Anna'nın o tabloyla tanışışı ve finalde bir kez daha onu ziyareti de arkasında çeşitli hikayeleri barındırıyor. Bu sebeple aslında tablonun yaşamak istemeye sebep oluşu salt biçimde kendisinden kaynaklanmıyor. Temsil ettiği izlek de o eserin nesneye dönüşmesine ihtiyaç duyduğuna göre, ve devam etmek özne için ileriye yönelik bir hareket olduğuna göre, eser ve nesne ihtimallerin koruyucusuna dönüşerek bu etkide bulunuyor. Elbette zamanın çizgisel olmadığı düşüncesiyle "ileriye yönelik" noktasında bir şerh koyulabilir, fakat ihtimali dışarıda bırakmıyor döngüsel bir zaman da. Bilakis, ihtimali sürekli kılıyor, zira kaç Le Suicidé veya Frantz olabilir ki bir hayatta?
Comments
Post a Comment