Skip to main content

What Happened Was...

İnsanın bir toplam olduğu kabulünde bir değişikliğe götürüyor mu, o toplamdaki etkenlerin hangisinin daha belirgin olduğuna dair ortaya çıkan rastgele merak? Söz gelimi alışkanlıklar mı hatıralar mı daha belirleyici oluyor bir insanın davranışlarında? Bir nevi, şimdiki zaman mı yoksa geçmiş mi diye sormak elbette böyle bir soru ve net bir cevaba erişmek de pek mümkün değil. Fakat, mesela potansiyellerle bezeli hayalleri mi yoksa yılgınlıklarla dolu savunma mekanizması mı bir insana dair daha fazla şey söylüyor bize? What Happened Was...'da kırılma noktası, diyaloglara gömülü bu soruların su yüzüne çıkmasıyla beliriyor. 

İki iş arkadaşının çerçevesi belirsiz biçimde bir araya geldiği bir akşam yemeğinin etrafında dönüyor filmin hikayesi. Tom Noonan'ın kendi oyununu uyarladığı bu tek mekan filmi, iki yalnız insanın günün akışıyla başa çıkarken kullandığı farklı yöntemlerle nasıl bir araya gelip gelemediğine de dair aynı zamanda. Kendisini çeşitli sebeplerle daha fazla gizlemek zorunda kalmış Jackie ve yapmak istedikleriyle sınırları çeliştikçe potansiyelden kişilik kurmaya çalışmış Michael, inişli çıkışlı diyalogları süresince birbirlerinin en çıplak, korunmasız halleriyle karşı karşıya kalıyorlar. Bu elbette nadir bir samimiyete ortam hazırladığı gibi aynı zamanda anlık çıkışları, endişeleri, patlamaları ve ani içe kapanmaları da beraberinde getiriyor. 

Nihayetinde, insanın toplamında yer alan o çeşitli açılar belki net biçimde görünmüyor ama adeta bir geçiş töreni düzenliyor. Kimin ne zaman geri çekildiği ya da esridiği belli ipuçları verse de hiçbir şey herhangi bir noktada netlik kazanmıyor. Tam da bu sebeple aslında iki insan birbirleri için tarifi mümkün olmayan, ürküttüğü kadar kendine çeken bir heyecan yaratıyor. Buradaki soru ister istemez heyecan noktasında kilitleniyor, zira bu insanlar yalnız bir temsil mi yoksa kendi başlarına, pürüzleriyle, kusurlarıyla var olmayı başarabiliyorlar mı birbirleri için? Söz gelimi, Michael'ın pozları ve Jackie'nin çekingenliği mi birbirlerini destekliyor yoksa Michael ve Jackie'nin kendilerinden azade biçimde doldurdukları boşluklar mı var yalnızca? 

Sorular çoğunlukla cevaplardan daha ilginç olduğu kadar, günün akışı içerisinde daha fazla zaman tüketici de. Ama günlerin getirdiği köpük ya da sisin rahatsız ediciliği, What Happened Was...'ın belirsizliğinde kayboluyor, zira kurmacalarda cevaplar değil sorular bizi o üzerinde durduğumuz insanlara götürüyor. Son tahlilde de ortaya samimi, düşünceli, ve kalp kıran bir film çıkıyor. 

Comments

Popular posts from this blog

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb

The Headless Woman (Başsız Kadın)

Olaylar mı günleri yaratıyor yoksa günler mi olayları? Kısır döngüye dair bir başka sıkıcı, retorik bir soru gibi gözüküyor ilk anda. Ama 'günler'in zamanın akışına dair ifade ettikleri değişiyor kelimenin tekrarında. İlkinde günler somut biçimde tarifi zor gözüken, yaşamın akışına dair şüpheli bir tonu işaret ederken ikincisinde var oluşun bizatihi plastik deneyimini simgeliyor. Yani bir kısır döngü varsa kişinin zihin dünyasına dair aslında; zira öznel rutinin nitelenişi belirliyor bu yelpazede bir taraftan diğerine geliş gidişi. Başsız Kadın ( The Headless Woman), bir yol kazası sonrası suçluluk duygusunun içten içe Veronica'yı nasıl hapsettiğini resmederken bu sorgunun merkezine oturduğu bir gizem yaratıyor.  Nesnel gerçekliğin öznel deneyimlerle olan geçişkenliğini kırılgan bir film dünyası yaratarak yakalayıyor Lucrecia Martel. Görsel rejimin, popüler gizem hikayelerinin görece hızlı kurgusu ile yer yer uzun planlar arasındaki gidip gidişi filmin bu tonu kurmasında ön