Skip to main content

The Worst Person in the World (Dünyanın En Kötü İnsanı)

Bir filmin isminin neye ya da hangi karaktere işaret ettiği her zaman pek verimli bir giriş noktası değil o film üzerine konuşurken. Çünkü bir yandan kelime oyunları ve alaya dayalı, günlük yaşam içerisindeki anlık bir mizah anlayışına götürüyor yorumu; diğer yandan --ironik biçimde-- katı ve genelleyici bir çerçeve çizme eğilimini güçlendiriyor. Dünyanın En Kötü İnsanı, ismiyle, tam da bu ikilik sebebiyle filmin etrafında döndüğü meseleleri toparlamak için elverişli bir açıklık sunuyor. Günlerin köpüğü içinde kaybolan ama film isminin katı çerçevesiyle beliren şen bir sisi var zira Julie'nin hikayesinin. Yaşamının merkezine oturmaya çalışan fakat hem kendisine hem çevresindekilere dair bilinmeyenler, bilinemeyecekler ve belki de bilinmesi gerekmeyenler sebebiyle zaman içerisinde günlerin çevresinde kalan bir eğriyle sallanıyor Julie film boyu. Kendine eğilebilme becerisinin bazen insanı kendi kısır döngüsüne dönüştürebilmesi gibi biraz. Oysa anlam ilişkilenmeler sayesinde ortaya çıkan, her aşamada yeniden yaratılan bir şey. Filmin isminin olan bitene tezatlığı da burada beliriyor: bu karakterler için fazla dramatik bir tanım bu. Ama öte yandan gündelik duygulanımların onları hapsettiği benlikler ve onların süreçleri içinse hayli isabetli.

Filmin izleyeni sarıp sarmalayan melankolisi de isminde temsil bulan bu ikilikten geliyor. Nasıl ki yaşanılanlarla hissedilenler arasındaki geçişkenlik her karakter için benzer bir ivmeyle hareket etmiyorsa, filmin hayli sakin ve nazik hüznü de tam ona ters bir anilikle izleyiciyi kırmayı başarıyor finaliyle. Çünkü o ana kadar birikenlerin bir şeyleri saklamadığı, günlerin içerisinde kaybolanların aslında bizatihi günlerin kendisi olduğunu gösteriyor finaliyle Dünyanın En Kötü İnsanı. Tam da bu sebeple kısır döngü bazen öznenin kendisi oluyor. İnternetteki popüler ifadesiyle tekrar edecek olursak 'ana karakter' olma arayışı, 'yan karakter' olmayı benimsetiyor Julie'ye.  

Katı kategoriler içerisine sıkışmış, genellenmiş bir yaşam değil belki Julie'nin, Aksel'in veya Eivind'inki. Fakat ilişkilenmelerin sıvı ve gaz arası gidip gelen geçişkenliğini karşılamak da, kendi içinde kalırken o geçişkenliğin açtığı aralıklarla şekillenmelere izin vererek gerçekleşiyor. Bu sayede ortaya tanımlanabilir, elle tutulabilir olgular değil; onların bütününün getirdiği döngüsellik ve o gelgitler içerisindeki kekremsi hislerin vurgusu çıkıyor. Film, böyle bir sürece dayanarak duyguların çıplaklığıyla ifadelerin vurgusu arasındaki çelişkili ilişkiyi yakalıyor. Zira kuvvetli hissedilen şeyler illa en açıktan ya da üst perdeden ifade edilen değil, bazen --hatta belki çoğunlukla -- ifadesinden kaçınılanlar oluyor. Kimi zaman ifadesi bulunamayan, kimi zaman en uygun düşen ifadesi hissin kendisini yakalayamayan, kimi zamansa hiç ifadesine ihtiyaç olmayan çünkü ortaya çıkış süreci kendi varlığını sarmalayan duygulanımlar getiriyor o hislerin çıplaklık hissini. Dünyanın En Kötü İnsanı, ifadesi eksik kalan bu duygulanımların saf bir temsiline dönüşüyor. Bu yönüyle biraz da Chang-dong Lee'nin Burning'ini anımsatıyor. Orada gizi önceleyen ilişkilenmeler burada kamera önünde duruyorsa da bazı hisler ifadeden kaçıyor. 


Böyle bir çerçeveyle bakınca filme, Julie'nin 'daha fazlası olması lazım' arayışıyla Aksel'in filmin sonlarına doğru acı çekerken --dolaylı biçimde de olsa-- yaşamanın bulmaktan ziyade bir yaratma biçimi olduğunu söylemesi arasındaki kontrast epilog bölümüne bir yorum olarak dönüyor. Zira Aksel bir yandan günlerini izi kalmıyormuş gibi gözüken meraklarla geçirmenin ahını çekerken diğer yandan kendi bıraktığı izlerle değil, o bıktığı uğraşlarla, yani yalnızca günlerin sıradanlığıyla var olabildiğini fark ediyor. Julie'nin arayışıyla ilişkilendirerek söylersek:  'daha fazla anlam', rutinin birbirini andıran ama birbirinin aynısı olmayan tekrar ifadeleriyle gün içerisinde beliriyor. 'Birbirlerine dair kendilerinin dahi hatırlamadığı şeyler' de bu yüzden yok olmuyor belki birisi hayatını kaybedince, çünkü zaten o 'şeyler' de karakterlerin yarattıkları gerçekliğin bir parçası ve başka bir boyutta ifadesine ihtiyaç olmayan şekilde kalmaya devam ediyor. Tıpkı herkes hayattayken ifade edilmedikçe şekillenen, şekillendikçe dirençli hale gelen 'şeyler' gibi. Julie'nin finaldeki bakışı bu yüzden birbirine çok yakın gözükmeyen birçok şeyi içerisinde barındırıyor: kendiyle olabilmenin kucaklayıcı aidiyeti, ilişkilenmelerden kalan yalnızlık, kaçan şeylerin hüznü, yaşananların bıraktığı izler ve kalan şeylerin memnuniyeti, mütemadi bir reddediş-kabulleniş döngüsü, ve belki de daha niceleri...

Comments

Popular posts from this blog

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb

The Headless Woman (Başsız Kadın)

Olaylar mı günleri yaratıyor yoksa günler mi olayları? Kısır döngüye dair bir başka sıkıcı, retorik bir soru gibi gözüküyor ilk anda. Ama 'günler'in zamanın akışına dair ifade ettikleri değişiyor kelimenin tekrarında. İlkinde günler somut biçimde tarifi zor gözüken, yaşamın akışına dair şüpheli bir tonu işaret ederken ikincisinde var oluşun bizatihi plastik deneyimini simgeliyor. Yani bir kısır döngü varsa kişinin zihin dünyasına dair aslında; zira öznel rutinin nitelenişi belirliyor bu yelpazede bir taraftan diğerine geliş gidişi. Başsız Kadın ( The Headless Woman), bir yol kazası sonrası suçluluk duygusunun içten içe Veronica'yı nasıl hapsettiğini resmederken bu sorgunun merkezine oturduğu bir gizem yaratıyor.  Nesnel gerçekliğin öznel deneyimlerle olan geçişkenliğini kırılgan bir film dünyası yaratarak yakalayıyor Lucrecia Martel. Görsel rejimin, popüler gizem hikayelerinin görece hızlı kurgusu ile yer yer uzun planlar arasındaki gidip gidişi filmin bu tonu kurmasında ön