Skip to main content

I Care A Lot


Hollywood sözleşmeleri ve filmlerin finansmanı üzerine çalışan Edward Jay Epstein, "uluslararası" izleyicilerin maddi açıdan önemi arttıkça Hollywood filmlerinin kötü karakterler için holdinglere döndüğünü söylüyor The Hollywood Economist'te. Elbette ABD dışı gişe gelirlerinin önemi arttıkça herhangi bir toplumun tepkisinden kaçınma isteğinin (ve bunun kadar değişen politik iklimin de) etkisi yadsınamaz. Fakat Epstein'den daha önce, 2000 yılında, Philip Lopate de dönemin şirketlere eleştirel yaklaşan filmler dalgasına (cycle) dikkat çekerek artık iş dünyasının filmlerdeki kötü karakterlere dönüştüğünü, fakat şirket yapılarının labirentlere dönmesiyle beraber bunu görselleştirmenin zorlaştığını yazmıştı New York Times'da. Yani işin kârlılık kısmı bir kenara, gittikçe uçuruma dönüşen gelir eşitsizliği ve yaşanan yaygın güvencesiz yaşam sebebiyle "gerçekliğin" yansımasını filmlerde görmek kaçınılmaz oluyor. Bu film dalgaları çeşitli krizlere denk gelecek biçimde her zaman gelip gitse de, eleştirel yaklaşımın ve bu tarz temaların ana akıma daha net biçimde girdiğine de tanık oluyoruz. Fakat kimisi geçmişteki The Firm gibi ilk bakışta cesur gözüken ama alttan alta eleştirilerin ana akımda akacağı bir metin içerisinde politik potansiyeli kapama üzerine kurulu filmler oluyor, kimisi de sevgili Bong Joon-ho'nun bir başka harikası olan Parasite gibi eleştirisini değil eğip bükmek mevcut sınıfsal düzene olduğu kadar onu sadece hafifletmeyi hedefleyen ideolojileri de hedefine alıyor. 

Peki siyasal zeminde bu filmler ne yapıyor? Mesela 2008 sonrası krizi bir biçimde odağına ya da arka planına alan Kuzey Amerikan yapımlar arasında işçi sınıfı bir ana karaktere sahip tek film 99 Homes'ın yönetmeni Ramin Bahrani, yeni filmi The White Tiger'da yeni bir şeyler yapıyor mu? Yoksa, 99 Homes'da bir işçiyi ancak ve ancak sisteme entegre olmaya çalıştığı biçimde işlediği gibi hem uluslararası hem yerel anlamıyla alt sınıfta yer alan bir karakteri yine ancak ve ancak sosyal mobilizasyon hırsı üzerinden mi ele alıyor? Elbette doğal siyasi tepkiyi emerek tahrip etme bu filmin metninde de devam ediyor, zira anlatılan, siyasi bir mücadele ya da alternatif değil çarklar arası etkileşimden doğan kıvılcımlar oluyor. Söz gelimi, "alt sınıf"ın sömürü sürecinde ateşe dönmeyen ve dönmesi dahi beklenmeyen ama kendisini "rasyonel" bir efendiye dönüştürme ihtimali taşıyan kıvılcımları ve bu uğurdaki mücadelesi sistemi anlatma aracı oluyor. Bu yöntemin eleştirellik anlamında doğru olup olmadığı tartışılabilir fakat nihayetinde kapitalizmi mümkün olan tek gerçeklik olarak sunması da bariz biçimde ortaya çıkıyor. 

The White Tiger'ı izledikten sonrasiyasal koşullar ve onların yaratabileceği değişim ihtimallerine bir şekilde metninde yer açıp daha sonra da bu ihtimallerin imkansızlığından dem vuran anlatılara dair bir şeyler yazmak için düşünürken karşıma I Care A Lot çıktı. Daha eğlenceli bir tonla sunulan filmin herhangi bir politik virajı alabileceğine hayli şüpheyle yaklaşırken filmin açılış sekansındaki monolog ve montajı beklentilerimde yanıldığımı düşündürdü. Rosemund Pike'ın karakteri Marla Grayson, anlatıcı olarak standart bir adil-mücadele-diye-bir-şey-yok-eğer-hayatta-kalmak-istiyorsan türündeki ideolojik monologu yaparken, Macon Blair'ın canlandırdığı, film sonunda daha farklı bir anlam kazanacak Feldstrom'un ufak yan hikayesinin girişi gibi olan açılış montajı siyaseten kartlarını masaya yatırdığı bir an oluyor I Care A Lot'ın. Av ve avcı analojisini kurarken Grayson, "haksızca alanlar" kısmında Feldstrom, ve hemen ardından "hakları yenenler" kısmındaysa polis memuru ve sağlık çalışanları kadraja giriyor. Fakat mevcut kapitalist ideolojiye cuk oturan bu eşleştirmenin sadece birkaç saniye sonrasında görüyoruz ki esasen kandırılan ve "hakkı yenen" Feldstrom iken, "avcı"ya ortak ve bir nevi onun uzantısı olansa güvenlik ve sağlık çalışanları oluyor. 

Filmin henüz başında, görünen siyasi eşleştirmeleri alt üst etmeye yönelik bu küçük hamle hikayenin oturacağı ray konusunda da fikir veriyor. Her ne kadar hikayeyi öncelikli olarak toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden okuyan ve anlatının konu ettiği sosyoekonomik mevzuları arka plana atıp (hatta düpepüz umursamayıp) bunun üzerinden rahatsız edici bir didaktizmle hareket ettiğine yönelik eleştiriler olsa da, kesişen kimlikler üzerinden esasen kimlik politikalarına yönelik eleştirel bir anlatı kovaladığı fikrindeyim şahsen filmin. Zira Grayson'a, partneri Fran üzerinden duygusal bir derinlik veriliyor olması (ve aksi biçimde Peter Dinklage'ın mafyatik karakterinin annesiyle olan ilişkisinin hayli soğuk ve mesafeli hali) ortadaki eylemleri olumlamaya yönelik değil; kokuşmuşluğu kişiselleştiren hikayelerin aksine, odağı yapıya kaydırmaya çalışmanın bir göstergesi. Çünkü buradaki problem Grayson ve onun gibi hareket eden insanlardan ziyade, bu eylemlere olanak sağlayan ve hatta onları teşvik eden düzenin kendisi. Dolayısıyla, filmin Grayson'ı şeytanlaştırmasının varacağı tek yer sistemsel bir problemi kişiselleştirme tuzağı olacaktır, bu sebeple de ona kazandırılan duygusal derinlik, izleyicinin onunla özdeşleşip onu onaylamasını beklemekten ziyade, onunla ikircikli bir ilişki kurmasını sağlamaya yönelik daha çok. Yani eyleminin nedenlerini anlayıp öyle onun karşısında durmasını bekliyor izleyiciden anlatı. 

The White Tiger ise tam tersine sistemin kendisine sağladığı imkan ve açıkları kullanan alt sınıf karakterini kutsama yoluna giderek kendini gerçekleştirmek ve aynı zamanda mevcut düzenin birisine biçtiği rolü reddetmenin tek yolunun oyunu oynamak olduğunu öneriyor. Bu anlamda The White Tiger aksine, gündelik yaşamdan yükselen mevcut eleştirelliği alıp onun bir politik mücadele değeri kazanma yolunu kapatmıyor I Care A Lot, bizatihi oyuna dahil olmanın kişisel bir refah sağlasa da sadece düzenin değiştirilebilir bir başka parçası olmak anlamına geleceğini gösteriyor. Fakat elbette kesişen kimlikler üzerinden bunu yapması, salt olarak kimlik politikalarına yönelik bir eleştiri değil, aynı zamanda kapitalizm deneyimlerinin kişiden kişiye değişen yapısını da göstermek. Burada mafyatik karakter ile olan mücadele kadar Grayson'ın sonu, ve hatta Grayson'a yönelen tepkinin taşıdığı kimlikler üzerinden geliyor olmasını göz ardı etmemek gerekiyor. 

Ana akım filmlerde siyasi elementler genelde çizgisel, tek boyutlu bir açıdan değerlendiriliyor ve yalnızca işçi sınıfı bir karakterin dahiliyeti ya da ilk aşamada olumsuz gözüken bir eylemi eyleyen ile birlikte şeytanlaştırmanın siyaseten anlamlı yerlere çıktığı varsayımında bulunuluyor. Oysa, ana akım bir filmin gerçek anlamda politik olabilmesi için, siyasete alan açması, anlatısına konu ettiği siyasi şikayet ve söylemlerin önünü kapamaması gerekiyor. Bir anlatı, deneyimi sonrasında bıraktığı rahatlama hissiyle değil, izleyicisini yapılara, konu ettiği sisteme odakladığı ve mümkün mertebe üretken bir öfke bırakabildiği ölçüde siyasi oluyor çünkü. Bu anlamda I Care A Lot, neoliberal ideolojiye, bir Netflix filminden beklenmeyecek ölçüde eleştirel yaklaşan, çünkü kendi anlatısı üzerinden eleştirinin önünü açan bir film. 

Comments

Popular posts from this blog

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb

The Headless Woman (Başsız Kadın)

Olaylar mı günleri yaratıyor yoksa günler mi olayları? Kısır döngüye dair bir başka sıkıcı, retorik bir soru gibi gözüküyor ilk anda. Ama 'günler'in zamanın akışına dair ifade ettikleri değişiyor kelimenin tekrarında. İlkinde günler somut biçimde tarifi zor gözüken, yaşamın akışına dair şüpheli bir tonu işaret ederken ikincisinde var oluşun bizatihi plastik deneyimini simgeliyor. Yani bir kısır döngü varsa kişinin zihin dünyasına dair aslında; zira öznel rutinin nitelenişi belirliyor bu yelpazede bir taraftan diğerine geliş gidişi. Başsız Kadın ( The Headless Woman), bir yol kazası sonrası suçluluk duygusunun içten içe Veronica'yı nasıl hapsettiğini resmederken bu sorgunun merkezine oturduğu bir gizem yaratıyor.  Nesnel gerçekliğin öznel deneyimlerle olan geçişkenliğini kırılgan bir film dünyası yaratarak yakalayıyor Lucrecia Martel. Görsel rejimin, popüler gizem hikayelerinin görece hızlı kurgusu ile yer yer uzun planlar arasındaki gidip gidişi filmin bu tonu kurmasında ön