Skip to main content

Official Secrets (Resmi Sırlar)


Espiyonaj ve suç hikayelerinin sinemadaki popülerliğinin temel sebebi olarak, bu tarz hikayelere yönelik yaygın ilgiden çok türün içkin biçimde sinematikliği öne sürülebilir. Mesela, bir tenis kortunda olası bir savaş üzerine konuşan bir gazeteciyle bir istihbarat birimi çalışanının kriptik diyalogu ve arka planda haberlerin kurguda oluşturduğu ses köprülerini düşünelim: sıradan insanın çevresinde kopan politik çalkantıyla ilişkisi üzerine apaçık bir sembolizmi bu kadar sıradan biçimde kurabiliyor olmak mevzunun mecraya ne kadar uygun düştüğünün bir kanıtı gibi adeta. Amerikan sinemasının en özel dönemlerinden biri olan 1970lerde "paranoyak gerilim filmlerinin" çok önemli bir yer tutması da bu açıdan tesadüf değil gibi. Elbette bu tür dalgasının başlamasındaki temel belirleyicilerden birisi Kennedy suikastiydi ve Amerikan toplumunun o trajik gelişmeye verdiği tepki sinemaya da bu şekilde yansımıştı. Fakat söylemek istediğim, orada kurulan sinematik dilin bugün bile hem türün hem de sinemanın gramerinde kendisine önemli bir yer edinmiş olması, sanki bu hikayelerin içkin sinematikliğiyle ilişkili. 

Official Secrets da sadece yeraltındaki otopark sahnesiyle değil, o sahnedeki diyalogla da bu etkiyi gündeme getiriyor, Deep Throat'a ve mecra dolayısıyla da Pakula'nın başyapıtlarından All the President's Men'e referansıyla. Ancak bir istihbarat sızıntısını merkezine alırken bir espiyonaj filminden çok, Irak savaşı karşıtı pozisyonunu yineleyip sıradan denilebilecek insanların sorumluluk bilinciyle ilgileniyor. Bu tarz filmlerin karşılaştığı temel problemlerden biri hikayenin kendi etkileyiciliğini ön plana almak için görece düz bir anlatım yolunu seçerken sinematik vuruculuğu kaybetmek oluyor. Zira olayın kendisinin bir basit görselleştirmesinden (belgeleme anlamında görselleştirme) öteye geçmek her zaman mümkün olmadığı gibi, bazen filmin gerekli etkiyi yaratması için buna lüzum da kalmıyor. Official Secrets'ın avantajı da dayandığı hikayenin içkin olarak barındırdığı etik sorumluluk, yurtseverlik, ve kişisel yaşamın altüst olma ihtimaline rağmen bu yöndeki idealleri takip etme, "doğru olanı" yapma temalarının çok açık olması. Yani basit bir görselleştirme olarak işleyip "nasıl oldu" sorusunu cevaplarken "neden" sorusunu geriye bırakmasına gerek kalmıyor çünkü hem hikayede bunlar didiklemeden beliriyor hem de film kanıtlanmış, artık genel geçer kabul edilmiş bir argümana dayanıyor - dolayısıyla bu meseleler fazla karmaşık veya tartışmalı olmayacağı için film onları görmezden gelmek durumunda kalmıyor. 

Elbette metnin bu olanaklara sahip olması otomatik olarak kalburüstü bir filmi beraberinde getirmiyor. Zira bunların sinema diline uyarlanması başka bir maharet gerektiriyor. Sarah Kozloff, Overhearing Film Dialogue kitabında, filmlerde diyalogun iki kademeli olarak işlediğini, karakterlerin hem doğal gözüken biçimde birbirleriyle konuştuğunu hem de bu sayede izleyiciyle iletişim kurup ona bilmesi gerekenleri aktardıklarını söylüyor. Official Secrets izleyiciye Katharine Gun'ın devlet sırrı olan resmi belgeyi sızdırma sebebini ve bunun aldığı riskler (kendisinin yargılanmasından göçmen eşinin sınırdışı edilmesine kadar) sebebiyle ne kadar cesur, politik açıdan da ne kadar doğru bir eylem olduğunu izleyiciye iletmeyi başarıyor - elbette ele aldığı meselenin taraflarının artık daha açık olması sayesinde de. Fakat bunu, karakterleri birbirleriyle konuşturmak yerine, onların ağzından izleyiciye sürekli rasyonel argümanlar sunarak yapıyor. Yani diyalog açısından problemli denilebilecek bir iş çıkarıyor senaryo zira karakterler filmde birbirleriyle etkileşime geçen gerçek insanlar olmaktan ziyade gerçekte var olan insanların basit canlandırmalarına dönüyor. 

İzleyiciyle doğrudan iletişim isteği kurgu ve yönetmenliğe daha olumlu biçimde yansıyor. Henüz filmin başındaki o klasik "gerçek olaylara dayanmaktadır" uyarısının Blair'in bir televizyon söyleşisinde gerçekleri çarpıttığı anla denk gelmesinden başlayarak, film boyu standart bir kurgu numarasıyla söylenen ile görülen bir kontrast içinde sunuluyor. Gavin Hood'un yer yer yakaladığı sembolik kadrajlar belki filmin geneline yayılmıyor fakat temel janr motiflerinden birini kullanışı filmin konuya genel yaklaşımını güzel biçimde temsil ediyor: Gergin bir müzik eşliğindeki hızlı trafik sahnesi (araba kovalamacası gibi çekilen ancak araba kovalamacası olmayan sahne için daha kısa bir niteleme bulmakta güçlük çekiyorum) herhangi anonim figürlerin bir sır veya eylem peşinde birbirlerini yakalamaya çalışmasından ziyade, Gun'ın filme konu olmasına sebep olayın haricinde ama onunla ilintili olarak eşinin peşinden kaygıyla gidişi olması, sıradan yaşamların böyle politik çalkantılar içinde kalışına dair ilginç bir gözlem sunuyor. 

Offical Secrets dayandığı gerçek olayı ve karakteri öncelemek adına bilinçli biçimde sinematik anlamda bir vuruculuğu kovalamıyor. Ya da daha kaba ifadesiyle "düz" bir anlatıyı tercih ediyor. Fakat kritik bir politik olaya dair basit bir görselleştirmeye dönmek için yaptığı belli tercihler, hem espiyonajın içkin biçimde sinematikliğini hem de politik anlatıların doğasına dair bazı şeyleri konuşmak için olanak sağlıyor. Mesela savaş karşıtlığını etik bir zeminden ziyade "yasallık" üzerine kurması (filme konu olan davanın ötesinde film boyu "yasadışı savaş" ibaresinin mütemadi biçimde yerli yersiz kullanılmasının gösterdiği şey olarak söylüyorum bunu) Official Secrets'ın siyasi pozisyonuna dair ne söylüyor? İzleyiciyle doğrudan iletişim kurmayı bu kadar önemseyen bir film, ulaşabileceği kişiye hali hazırda bilmediği bir şey söylemiyorsa, sinematik anlamda ona farklı/özel bir şey sunmuyorsa, ne yapmayı hedefliyor? Liberal komedinin varabileceği en uç noktalardan birisi olan Borat Subsequent Moviefilm, seçilmiş olanların rezilliğini gösterdikten sonra insanları oy vermeye davet ediyorsa, ve hatta filmin var olma amacı tamamen bu mesajsa, yakaladığı "ham materyal" (Fredric Jameson'ın ifadesiyle) ile öne sürdüğü argüman arasındaki kontrasta nasıl yanaşmalı? Benzer biçimde Official Secrets, konu ettiği The Observer gazetesinin savaş desteklemiş haline mi yoksa "ses getirecek iyi gazetecilik" sebebiyle sızıntı haber yayınlaması haline mi denk düşüyor? Ve son olarak, bu çelişkiler olmadan politik bir anlatı kurmak mümkün mü - yani anlatıyı siyaseten dikkate değer bir yere koyan şey bu çelişkilerin kendisi mi oluyor?

Comments

Popular posts from this blog

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb

I Care A Lot

Hollywood sözleşmeleri ve filmlerin finansmanı üzerine çalışan Edward Jay Epstein, "uluslararası" izleyicilerin maddi açıdan önemi arttıkça Hollywood filmlerinin kötü karakterler için holdinglere döndüğünü söylüyor  The Hollywood Economist' te. Elbette ABD dışı gişe gelirlerinin önemi arttıkça herhangi bir toplumun tepkisinden kaçınma isteğinin (ve bunun kadar değişen politik iklimin de) etkisi yadsınamaz. Fakat Epstein'den daha önce, 2000 yılında, Philip Lopate de dönemin şirketlere eleştirel yaklaşan filmler dalgasına ( cycle ) dikkat çekerek artık iş dünyasının filmlerdeki kötü karakterlere dönüştüğünü, fakat şirket yapılarının labirentlere dönmesiyle beraber bunu görselleştirmenin zorlaştığını yazmıştı  New York Times' da. Yani işin kârlılık kısmı bir kenara, gittikçe uçuruma dönüşen gelir eşitsizliği ve yaşanan yaygın güvencesiz yaşam sebebiyle "gerçekliğin" yansımasını filmlerde görmek kaçınılmaz oluyor. Bu film dalgaları çeşitli krizlere denk gele