Skip to main content

The Queen's Gambit


Scott Frank'in Godless isimli minidizisini tesadüfen denk geldiğim bir Steven Soderbergh podcast'i sayesinde fark etmiş ve bir çırpıda izlemeye koyulmuştum. Soderbergh'in yapımcısı olması, kendisini dinlemeyi ve okumayı en az izlemesi kadar -hatta belki izlemekten çok- sevdiğim için önemli bir referanstı kuşkusuz. Western anlatılarına daha düşkün olduğum bir döneme denk gelmesi ve dizinin revizyonist Western anlatılarına da revizyonist yaklaşımının etkisiyle çok keyif aldığımı ve orantısız biçimde sürekli övdüğümü hatırlıyorum. Fakat hepsinden öte, Godless, Western'i sadece bir janr olarak değil bir stil olarak ele alması ve ulus kurma mitini de madenciler üzerinden arka plana koyan anlatısıyla hayli heyecanlandırıcıydı. Frank'in yeni minidizisi The Queen Gambit ise Soğuk Savaş döneminde, tam da döneme uygun düşen satranç etrafında geçen ama oyunun kendisi üzerine olmayıp onu adeta bir anlatı deseni olarak kullanan sürükleyici ve albenili bir iş. 

The Queen's Gambit, "konuşulacak olay" olarak pazarlanan film ve diziler gibi elbette biraz *pofuduk*. Güçlü sanat tasarımı ve prodüksiyonuyla (dizinin Almanya'da çekildiği düşünülürse ciddi bir post-prodüksiyon başarısı da söz konusu) standart bir tuttuğunu-koparma hikayesi temelinde. Cazibeli sinematografisi ve incelikli oyunculukları bu gayet "standart" hikayeyi bir çırpıda izlenir bir diziye dönüştürüyor elbette ama tüm bunların ötesinde iki açıdan konuşulmayı hak ediyor The Queen's Gambit. 


"Gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır" kalıbının geçer akçe olduğu bir zamanda kurmacayı gerçekten kurmacaya döndürmesi ve "gerçekliğin tahakkümünden" kurtulması kültürel politika açısından çok önemli bir hamle. Geçtiği dönem düşünüldüğünde görmeye alışık olmadığımız bir temsil yelpazesi olması ve bunu sorunsallaştırmadan, doğal biçimde sunması, bugüne kadar kimlik politikaları üzerinden olumsuz biçimde konuşulan birçok iş için önemli bir yol sunuyor aslında. 1960'lar dünyasında görece sıradan bir yetiştirme yurdunda gördüğümüz temsil bu açıdan hayli kritik, zira hem bu temsile karşı hastalıklı bir karşıtlık içerisinde olan kesimleri bertaraf etmiş oluyor, hem de çeşitli sistemik ayrımcılığın doğal getirisi olan travmatik ve anlatılarda artık ezbere dönmüş deneyimleri tekrarlamıyor. Bu sayede bir alternatifi konu ederek "yeniyi" hayal etmeye olanak tanıyor. Çünkü tarihsel gerçeklik dediğimiz şey "mimetic," yani bir nevi birebir bir aktarımla kurmacaya konu edildiğinde oradaki sorunu tekrar üretme ihtimalini beraberinde taşıyor. O gerçekliğin iktidar sahipleri tarafından eylenip, yazılıp, asi kabul edilen nitelik ve yönlerinin de sessizleştirilmiş olmasını sözde eleştirel bir yaklaşımla tekrar sunuyor olmak yerine "bir başka ihtimal daha var" diyebilmek ciddi bir siyasal mesele bu açıdan. Bunun bir diğer örneğini de *SPOILER* dizi finalinde Beth'in, kendisine eşlik eden devlet görevlisinin propaganda yönergelerine karşı gelip Moskova'da kalarak sokaktaki insanlarla satranç oynamayı tercih etmesinde görüyoruz. *SPOILER* Bugüne kadar alışık olduğumuz hayli tek taraflı Soğuk Savaş anlatılarının aksine yurttaşlar zemininde gayet duygusal bir birliktelik işareti bu, zira ortada ortak bir tutku, satranç var. Dizinin doğrudan satranç üzerine gitmeyip onu bir anlatı deseni olarak alışı burada daha da anlam kazanıyor. Birkaç sonraki hamlenin esas olduğu Soğuk Savaş ortamında, planlardan çok sezgiye dayanan bir oyuncu olarak Beth vatandaş haliyle belli ölçüde dönemin siyasi ikliminin tahakkümünde kalsa da birey olarak ne kadar dışında olduğunu vurguluyor. Bir nevi, makropolitikte devlet ilişkilerinin yurttaşlara tüm etkilerine rağmen nihayetinde "önemsiz" addedilmesi gerektiğini, aslolanın mikropolitik bir direnç olduğunu gösteriyor. Yani hep "bir ihtimal daha var." 

Dizinin bir diğer kritik özelliği ise gayet yakından ilişkili: hikayenin tüm standart motiflerine rağmen tüm beklentilerin boşa çıkıyor olması. En başından itibaren sinematik olarak hayli tanıdık yollardan geçerken Beth, hikaye, o tanıdık yolların kıvrımlarına sığınmadan, izleyiciye bazı sinyalleri verip hiç oralı olmadan kendi yoluna devam ederek ilerliyor. Yetiştirme yurdundan ikili ilişkilere, bağımlılık temalarından finaldeki karara kadar anlatı hep belli bir noktaya kadar gelip duruyor ve janr hikayesinin bildik motiflerinin son aşamasını reddediyor. Sadece bu açıdan bile takdire şayan hamleler yapıyor yani The Queen's Gambit zira bir "başarı hikayesi" olmaktan çok bir insanın hikayesine dönüşmeyi ve dünyayı determinist bir perspektiften görmemeyi beceriyor bu sayede. Alternatiflerin homojenize edildiği, kimlik temelli haklı isyanların markaların reklam bütçelerinde değer kazandığı (ya da ay itibariyle, memleketçe geride bıraktığımız iki tarihi günün nasıl bir güya kültürel sermaye biriktirme yarışına dönüştüğünü de ekleyebiliriz) bir zamanda The Queen's Gambit'in kurmaca olarak bu basit kararları "yeni"ye, "farklı" olana dair bir umudu temsil ediyor. 


Comments

Popular posts from this blog

The Holdovers

Beklenmedik arkadaşlıklar etrafında dönen filmlerin kendi başlarına bir alt tür olduğunu söylemek mümkün gözüküyor The Holdovers gibi bir film sonrasında. Tıpkı yönetmen Alexander Payne'in diğer filmleri gibi, The Holdovers da tür tanımlayıcı denilecek düzeyde yeni bir şey yapmıyor belki. Ama Payne'in o sıcak, yer yer izleyiciyi sarmalamak isteyen ama her seferinde biraz mesafe bırakmayı ihmal etmeyen hikaye anlatımıyla sadece hikayesine ve karakterlerine ısındırmıyor; neden bu karakter dinamiklerinin böylesi bir memnuniyet hissi bıraktırdığını da düşündürüyor. Bu açıdan aslında tam da konu edindiği karakterlerin postuna bürünüyor film. Hayli klişe çınlayan hikayesiyle, karakterlerin dışarıdan gözlemlenebilir davranışlarını samimi biçimde hissetmeye çalıştıkça ve bu sürede de gülümseten sahneleri yakaladıkça o beklenmedik arkadaşlıkların kucaklayıcı hissinin berrak temsiline dönüşüyor film. The Holdovers, kendini ciddiye alışı ve katılığıyla öğrencilerini de çalışma arkadaşları

Frantz

" Yaşamak istememe sebep oluyor" diyor Anna, finalde Manet'nin tablosunun başında bir yabancının sorusunu cevaplarken. Hayal kırıklıklarından geriye kalan bir temsile dönüşüyor çünkü  Le Suicidé. Film boyu birkaç sefer gerçekleşen sinematografik değişim son bir kez daha tekrarlanıyor ve siyah beyaz sinematografi renkliye dönüyor o sırada, kamera yavaşça Anna'ya doğru yaklaşırken. Savaş sonrası ortaya çıkan buhranlı hissiyat bir anda renklenmiyor elbette, ama Frantz kendisinin gayet farkında biçimde bir önermede bulunuyor adeta: melankoli beslendikçe, yaşamın tutunma noktası oluyor.  Bir filmin nasıl izlenmeye başlandığı, o filme dair konuşurken bahsedildiğinde haddinden fazla bir kişisellik katıyormuş izlenimi bırakıyor çoğunlukla. Oysa o film deneyiminin temel belirleyicilerinden birisi bu ve insanın herhangi bir film üzerine dile getireceği yorumlar kadar ilgi çekici. Sadece bir filmi izlemeye başlarken içinde bulunulan ruh halinin o izleme deneyimine etkileri sebeb

I Care A Lot

Hollywood sözleşmeleri ve filmlerin finansmanı üzerine çalışan Edward Jay Epstein, "uluslararası" izleyicilerin maddi açıdan önemi arttıkça Hollywood filmlerinin kötü karakterler için holdinglere döndüğünü söylüyor  The Hollywood Economist' te. Elbette ABD dışı gişe gelirlerinin önemi arttıkça herhangi bir toplumun tepkisinden kaçınma isteğinin (ve bunun kadar değişen politik iklimin de) etkisi yadsınamaz. Fakat Epstein'den daha önce, 2000 yılında, Philip Lopate de dönemin şirketlere eleştirel yaklaşan filmler dalgasına ( cycle ) dikkat çekerek artık iş dünyasının filmlerdeki kötü karakterlere dönüştüğünü, fakat şirket yapılarının labirentlere dönmesiyle beraber bunu görselleştirmenin zorlaştığını yazmıştı  New York Times' da. Yani işin kârlılık kısmı bir kenara, gittikçe uçuruma dönüşen gelir eşitsizliği ve yaşanan yaygın güvencesiz yaşam sebebiyle "gerçekliğin" yansımasını filmlerde görmek kaçınılmaz oluyor. Bu film dalgaları çeşitli krizlere denk gele